.
Ellerim yağ içinde vıcık vıcıktı. Gömleğimin ön tarafı ringde ter atan boksör gibi sırılsıklam olmuş, üstelik yağ ile karışınca da gemi makinistine dönmüştüm.
Güneş tepemde yumurta pişirirken, arılar da beni dölleyecekleri çiçek sanmış etrafımda pervane olmuşlardı. Bir elimle naylona sarılmış damlayan tereyağını tutarken diğer elimle uçan böcek ordusunu kovmaya çalışıyordum. Saf saf kara sinekler, Romalı kocaman arılar, sarı siyah olanlar,organize olanlar, serseri gibi gelenler…
Dar bir patikada yürüyordum. Her iki tarafında kısa kurumuş otlar, tek tük ağaçlar.
Zaman zaman eğim yüzde ona kadar çıkıyordu. Bazen düz bazen çarşak zemin beni oldukça hırpalamaya çalışıyor ama nafile. Yaşım 16 çelik gibiyim yorulmak ne kelime. Peyniri sıksam suyu çıkar.
Biraz da moralim olsa, ya da azıcık umudum, Samurai kılıcı gibi olacağım.
Nafile, dört saattir yürüyorum iki saat yürüdükten sonra yol geçit vermez oldu. Elimde kocaman naylona sarılmış olan bir kiloya yakın tereyağı erimiş, yarım kiloya düşmüştü.
Buradan sonra ben bu araziyi aşamıyorsam onlar da gidemezler diye düşündüm, oturduğum kaya üzerinde. Önümde akan kaynak suyuna yağı batırdım ve soğumasını bekledim. Erime durmuş ve katılaşma başlamıştı. Biraz daha bekledikten sonra geri dönmeye karar verdim.
Ne in var ne cin!.. Konuşabileceğim kimse yok. Yalnız yapayalnız olmak çok korkutucu. Güneydoğuda bir dağ başında tek başına… “Ya geceye kadar kimseye ulaşamazsam? Hava kararınca ne yaparım? Ne yerim, nerede yatarım? Vahşi hayvanlar da vardır mutlaka” Hem yürüyor hem düşünüyordum. Gerçi insanların olduğu bir yere ulaşsam bile cebimde geri dönecek beş kuruş yok.
Geri yürüyüş daha hızlı oluyordu. Tırmanma yok, yokuş aşağı yürüyordum. Yağ iyice erimiş 200 gr. kadar kalmıştı. Her kaynak suyuna rastladığımda durup soğutup, erimesini geciktirmeye çalışıyordum.
Köy kavşağından ayrılıp yürümeye başlayalı dört saate yakın olmuştu. Neredeyse yağı aldığım köydeki eve geri gelmek üzereydim. Kapıyı çaldığım evin içinden yanık tenli, rençber elli ev sahibinden yağ istemiştim.
O da bana bir kiloya yakın tereyağını uzun aramalardan sonra bulduğumuz bir naylona sarmış, üstelik te para almamıştı.
Ben, babam Sıtkı Fırat, rahmetli Halil Aktaş ve fotoğraf uğruna dağlarda kaybolan Yusuf Ziya Ademhan. Dördümüz Tunceli, Kırmızı köprüden tırmanmaya başlamış, Fotoğraf ve film çekmeye Munzur dağlarına çıkıyorduk. Son yerleşim yeri olarak tahmin ettiğimiz mevkide kısa bir mola vermiş ve;
Babamlardan ayrılalı 15 dakika olmuştu. Onlar "Biz yolun hemen kenarında çadır kuracağız. Sen köyden yağı al ve gel bize yetişir bizi yol kenarında görürsün" demişlerdi.
Evet yol kenarında idiler ama yolun sol tarafında eğimden dolayı kurdukları çadır yoldan görünmüyordu ve ben çadırı görmek umudu ile onca yolu yürümüş, kah kaybolmuş, kah kendini bulmuş, bazen hüzünlenmiş, bazen gülmüş bir daha unutmamak üzere anı defterime bir kaç sayfa eklemiştim…
Aykut Fırat